Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından 3 yılda bir uygulanan PISA sınavları 72 ülke ve ekonomik bölgede, 15 yaşındaki 540 bin öğrenci arasında yapılıyor. Bu sınav çocukların başarısının yanı sıra, aslında ülkelerin eğitim sistemlerinin başarısını da ölçüyor. Hepimiz artık biliyoruz ki Türkiye, 64 ülke arasında 45. sırada yer aldı.
Matematikte 45’nci, okuduğunu anlamada 37’nci ve fen bilgisinde 41’nci oldu. Bu sonuçların açıklanması ile birlikte sonuçları üst sıralarda yer alan ülkelerin neler yaptıklarını da merak etmeye başladık. Eğitim sistemimizi eleştirirken, kendi halimize acıdık. Çoğumuzun çocuklarımızın geleceği ile ilgili kaygı duyduğu şu günlerde karşımıza çıkan test sonuçlarına isyan ettik. Aslında çok uzak olmadığımız bir kavram “test sonuçları”.
Hepimiz hayatımızın belli dönemlerinde test sonuçları ile karşılaşırız. Şu an Türkiye’deki eğitim sistemimizin tümü “test başarısı” üzerinden işlemekte. Ben çocukken Anadolu Lisesi, Özel Okullar ve Üniversite Giriş sınavları yapılırdı. O zaman hatırlıyorum anne babalar şikayet ederlerdi halimizden. Şimdi ise kısa sürelerle değişikliğe uğrayan bir eğitim sistemi içerisinde tek değişmeyen unsur “testler”. İyi bir okulda okumak istiyorsanız önce testlerde başarılı olmalısınız, aynı şekilde üniversiteye girmek ve meslek sahibi olmak için de. Devlet memuru olmak istiyorsanız başka testler, işe alımlarda şirketlerin uyguladığı çeşitli testler falan filan. Hayatımızdaki testler çoğaldıkça çoğalıyor. Bu tabloya baktığımızda ben PISA’da çok büyük başarı elde edeceğimizi düşünürüm. Halbuki tam tersi bir durum söz konusu.
Peki bu durumu düzeltmeye nereden ve nasıl başlayacağız? Bu konuda da birçok fikir içeren farklı kaynaklara ulaştım. Türkiye’deki mevcut eğitim sistemi ile ilgili durum tespiti yapan bir röportajda Eğitim Reformu Girişimi Direktörü Batuhan Aydagül durumu şöyle özetliyor: “Bunları yaparken de bütün okullarda eğitim kalitesini ihmal ettiğimiz için yukardakiler hala çok yukarıda, aşağıdakiler hala çok aşağıda.” ( röportajın tamamına buradan ulaşabilirsiniz ) Röportajın ilgili bölümünde eğitim sisteminde yapılan değişikliklerin niteliğindense niceliğe odaklandığını açıklıyor. Şöyle ki; aslında yapılan yatırımlar eğitim sisteminin kalitesini yükseltmeye yönelik olmuyor. Kaliteye yatırım yapılmadıkça da sistem yerinde sayıyor hatta geriye doğru gidiyor. Çocuklarımızı gönderdiğimiz okulların eğitim kalitesini anlayabilmek ve yükselmesini talep edebilmek için ebeveynlerin, eğitimcilerin ve idarecilerin bilinçlenmesi ve harekete geçmesi gerekiyor. Ebeveynlerin bunu gerçekleştirebilmesi çocuk yetiştirme kavramına dikkatle eğilmesinden geçiyor.
Uzmanlık alanım olan okul öncesi dönemde yapılabilecekler ile ilgili akademik çalışmaların dışında günlük yaşantımda henüz gerçek ve pratik bilgiler içeren bir kaynağa ulaşamadığımı vurgulamak isterim. Oysa ki yukarıda da vurguladığım üzere insan hayatının tüm temelleri, eğitim de dahil olmak üzere, 7 yaşına kadar atılmakta. Araştırmalar göstermektedir ki okul öncesi dönemde insan sermayesine yapılan yatırımların getiri oranı en yüksek düzeyde olmaktadır. Yaş ilerledikçe okul çağı sonrasında insan sermayesine yapılan yatırımların getiri oranı giderek düşmektedir (Bekman & Gürlesel, 2005). Sonuç olarak çocuklarımızın eğitimine yapacağımız en karlı yatırım kaliteli bir okul öncesi eğitim alması olacaktır. Kaliteli okul öncesi eğitim ise öncelikle aile ve yakın çevrede başlar.
PISA sonuçlarını bugünden yarına geliştiremeyebiliriz. Bununla birlikte kendi çevremizden başlayarak harekete geçebiliriz. Bu bağlamda, sizlerle okul öncesi dönemde uygulanabilecek basit ama etkili birkaç önerimi de paylaşmak isterim:
1. Bebeklikten itibaren çocuklarınıza sosyal-duygusal olarak uygun bir ortam sağlayın: Kısacası çocuklarınıza sevgi ve şefkat gösterin. Kulağa pek hoş ve kolay gelse de üzerinde tekrar düşünmenizi öneririm. Bizler değişen yaşam koşulları içinde, günlük hayatın koşuşturmacasına kendimizi kaptırıp, çocuklarımızı içtenlikle kucaklamayı, onlara zaman ayırmayı ve samimi paylaşımlarda bulunmayı atlayabiliyoruz. Edward Tronick’in hareketsiz yüz deneyi ’nde gözlemleyebileceğiniz gibi bir çocuğun duygusal bütünlüğü tam ve sosyal olarak yeterliyse bu ögrenmesini pozitif etkiler.
2. Çocuklarınıza açık uçlu malzemelerle oyun kurmaları için fırsat tanıyın: Oyuncakçılarda günümüzde fazlaca rastladığımız plastik, pilli, sesli, müzikli oyuncaklardan almaktan kaçının. Bu tür oyuncaklar başta çocuklara çok çekici gelseler de bir süre sonra bıkıyorlar. Bunların yerine tuvalet kağıdı rulosu, çeşitli kutular gibi artık malzemeler ve lego, tahta blok, mıknatıslı çubuklar gibi oyuncaklarla oyun kurma fırsatı tanıyın. Açık uçlu malzemelerin sonsuz kullanım biçimleri vardır ve çocuğunuz bu tür oyunlar aracılığıyla hayal güçlerini geliştirirler. (Bu konu ile ilgili yazımız çok yakında yayında olacak) Bu tür oyunlar aynı zamanda problem çözme, sayma, mantıklı düşünme gibi birçok matematiksel becerinin de gelişimini destekler.
3. Bebeklikten itibaren çocuklarınıza düzenli kitap okuyun: Her ne kadar ülkemizde yetişkinlerdeki kitap okuma alışkanlığı da zayıf nitelendirilebilecek düzeyde olsa da çocuklarınıza kitap okuma alışkanlığını kazandırın. Onlara iyi birer okuyucu olarak model olmanızın faydası tartışılmaz. Siz okusanız da okumasanız da çocuğunuza düzenli kitap okumanız zihinsel, sosyal duygusal ve dil gelişimlerini olumlu biçimde etkileyecektir. Böylelikle çocuklarınızın okul ve günlük yaşantısında, özellikle de testlerde karşısına çıkan okuduğunu anlama, yorumlama gibi becerilerinin de temellerini eğitim sistemine bırakmadan siz oluşturmuş olursunuz.
Canan Tayanç
Referanslar
Prof. Dr. Sevda BEKMAN & Dr. Can Fuat GÜRLESEL, TÜSİAD “Doğru Başlangıç: Okul Öncesi Eğitim” Raporu, 2005